Üç Ayaklı Kedi başlıklı 18. İstanbul Bienali, 20 Eylül’de kapılarını açtığından beri yoğun ilgiyle izleniyor. 30’u aşkın ülkeden 47 sanatçının 100’ün üzerinde eseri, birbirine yürüme mesafesindeki 8 farklı mekânda görülebiliyor. Biz de bu keyifli rotayı takip ettik ve işte 23 Kasım’a kadar ücretsiz gezilebilecek bienalden akılda kalanlar…
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 2007–2036 Bienal Sponsoru Koç Holding’in desteğiyle düzenlenen 18. İstanbul Bienali, 20 Eylül’de kapılarını açtı.
Üç Ayaklı Kedi başlıklı bienalin küratörlüğünü Christine Tohmé üstleniyor. Bu yıl bienal alışılmış bienal formatlarının dışına çıkarak üç yıla yayılan özgün yapısıyla sanatseverlerle buluşuyor. Bienalin, “kendini koruma” ve “gelecek olasılıkları” temaları etrafında şekillenen ilk ayağında, 30’u aşkın ülkeden 47 sanatçının eserleri Beyoğlu-Karaköy hattında yer alan 8 farklı mekânda sergileniyor. Ayrıca bienale sergilere, performanslar ve film gösterimlerinden oluşan bir kamusal program eşlik ediyor.
18. İstanbul Bienali mekânları ve sanatçıları
İstanbul Bienali’nin bu edisyonunda sergi mekânlarının seçiminde belirleyici unsurlardan biri fiziki yakınlık olmuş. Beyoğlu-Karaköy hattında konumlanan sekiz sergi mekânı ziyaretçileri, bienali yürüyerek keşfetmeye davet ediyor. Bu sayede ziyaretçiler, ulaşım zorluklarıyla karşılaşmadan sergiler arasında özgürce dolaşabiliyor; yol boyunca molalar vererek şehrin dokusuyla ve sergiyle bütüncül bir deneyim kurabiliyorlar.
Biz de turumuza GalataPort’un Karaköy tarafında hemen yanı başındaki Zihni Han’la başlıyoruz. Karaköy’de yer alan Zihni Han, 18. İstanbul Bienali kapsamında ilk kez kapılarını açıyormuş. Bir zamanlar ticaretin kalbinde, İstanbul’u Doğu Akdeniz’e bağlayan liman bölgesinde konumlanan bu beş katlı bina, bienal mekânlarından biri olarak kullanılmak üzere yenilenmiş. Bienalin en güzel taraflarından biri de bu olsa gerek, şehrin hafızasında önemli yere sahip hemen yanı başımızdaki binalarla bizi tanıştırması ve en şaşalı o dönemlere bizi götürmesi. Beş katlı binada eserlerini izleyebileceğiniz sanatçılar şöyle: Abdullah Al Saadi, Willy Aractingi, Karimah Ashadu, Chen Ching-Yuan, Ian Davis, Celina Eceiza, Pélagie Gbaguidi, Rafik Greiss, Jasleen Kaur, Valentin Noujaïm, Marwan Rechmaoui, Stéphanie Saadé, Sara Sadik, Sohail Salem, Elif Saydam, Selma Selman.
Doğduğu şehir olan Gazze’de sanat üretimini devam ettirmenin yanı sıra El Aksa Üniversitesi’nde ders veren Sohail Salem, Filistinli sanatçıların sergiler, atölyeler ve seminerler düzenlediği Eltiqa Güncel Sanat Grubu’nun kurucularından. 2023’te, Filistin’de devam eden soykırım sırasında Deyr el-Belah’a yerleşmek zorunda kalan sanatçı, üretimini burada UNRWA [Birleşmiş Milletler Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı] tarafından dağıtılan okul defterlerine çizdiği resimli günlüklerle sürdürüyor. Deftere mürekkeple aktarılmış bir dizi eskizden oluşan Gazze Günlükleri’nde Salem, kuşatma altındaki günlük yaşamını dolaysız, dışavurumcu bir çizgiyle resmediyor. Bienalde bu kâğıt işlerden yirmisi, orijinal defterlerin masada teşhir edilen taranmış kopyalarıyla birlikte sergileniyor. Çizimlerden bazılarının soykırım sırasında Gazze’den gizlice çıkarılmış olması, başlı başına bir lojistik başarı olmasının yanı sıra duygusal olarak da sarsıcı. Bu sayfalar sanat eseri olmanın ötesinde birer tanıklık; haberlerin ve medyanın hâlâ dile getiremediklerine dair görsel bir arşiv; Gazze’nin kalbinden gelen bir mesaj ve buradaki yaşamın gerçekliğine açılan bir pencere.
Bu acı dolu defterlerin sayfalarını yavaşça çevirirken adeta o anlara gidiyor, yaşıyorsunuz. Yıllar önce yine bienal kapsamında izlediğim bir video aklıma geliyor: Sağır ve dilsiz Filistinli bir çocuğun sadece vücut diliyle yaptığı savaş anlatımının beni ne kadar derinden etkilediğini, aylarca, yıllarca aklımdan çıkmadığımı hatırlıyorum. İşte bu gelişigüzel çizimler de benzer hissi yaşatıyor bana. Bazen sırf ruhsal dengemizi sağlamak için kaçındığımız gerçeklerle bizi yine sanat yüzleştiriyor.
Elif Saydam, Misafirperverlik (2024-2025) eserinde basit bir malzemeye, metal klasör halkalarıyla birbirine tutturularak asılmış lamine plastik levhalara başvuruyor; perdeyi andıran levhalar ile saydamlık, yüzey ve imgeler üzerine bir oyun kurguluyor. Burada iç mekân hem bir daveti hem de reddedişi, hem sıcak bir karşılamayı hem de dışlamayı barındırıyor.
Bienal için yeni resimlerle genişletilerek tekrar kurgulanan Misafirperverlik, kamusal alanda ifadenin yargı yoluyla baskı altına alındığı, kuir toplulukların geleneksel aile anlayışına bir tehdit olarak konumlandırıldığı söylemlerin yaygın olduğu bir dönemde, “On para etmez” ve “Beş para etmez” gibi ifadelerle hem Türk halk edebiyatının dilini hem de Âşık Veysel’in “Güzelliğin on par’etmez / Bu bendeki aşk olmasa” dizelerini sergi alanına çağırıyor. Türkiye’de azınlık topluluklarının geleceğinin yanı sıra aidiyete, arzuya ve yıkıma dair can alıcı sorular soran sanatçı, kapalı kapılar ardında nelerin olup bittiğine de kafa yoruyor.
Tam da günümüze uygun açılan katmanlar belki de azınlık olarak bir ülkenin iç katmanlarına girmenin ne denli yorucu olduğunun altını çiziyor. Metal halkaların soğukluğu zorluğu, pastel tonlar ise o iç katmanların cazibesini andırıyor. Bu katmanlar arasında dolaşmak ev sahibi olarak kolay olsa da eser, başkası ve öteki için nasıl olabileceğini sorgulatıyor.
Ve oyun zamanı… Zihni Han’ın en üst katında konumlanan Marwan Rechmaoui’nin Güneşi Kovalamak (2023-2025) eseri dev ve eğlenceli bir çocuk odasını andırıyor. Oyuncakların toplumları nasıl şekillendirdiğini incelemek için çocuk oyunlarını bir mercek olarak kullandığı araştırmasını devam ettiren yerleştirmede Beyrutlu sanatçı Rechmaoui, mülkiyet ve becerinin kişinin statüsünü belirlediği toplumsal hiyerarşilere dair kendi çocukluk deneyimlerinden faydalanıyor; her oyunun kendi kazananları ve kaybedenlerinin olduğu, kaybedenlerin ise sembolik olarak “öldürüldüğü” imasıyla oyun ile savaş düzenleri arasında paralellikler kuruyor.
Eserin İstanbul sergilemesinde sanatçı önceki versiyonlarda yer alan heykelleri ve oyunları zeytin ağaçları, bulutlar, tahteravalliler, salıncaklar, yelkenliler ve kocaman bir oyuncak at gibi yeni çalışmalarla bir araya getiriyor. Binanın iç mekânına ve Boğaz manzaralı terasına yayılan yerleştirmede yer alan rengârenk, sadeleştirilmiş formlar oyun oynamanın dolaysızlığını çağrıştırıyor. Gelgelelim bu neşeli atmosferin ve nesnelerin hayalci ve muzip yüzeyinin ardında Güneşi Kovalamak rekabetin, çatışmanın ve toplumsal kutuplaşmanın örtük anlamlarına da işaret ediyor.
İçine girdiğiniz anda mutluluk veren oyuncaklara olan bakış açınız, sanatçının manifestosunu okuduğunuz anda değişiyor. “Her oyunun bir kazananı, bir kaybedeni vardır” gerçeğiyle aslında küçüklükten itibaren bu oyunlarla tanışıyoruz. Rekabet, kazanan, kaybeden; aslında toplumu eşitsizliğe götüren süreçlerin de başlangıcı olabilir mi? Peki, kazanan ya da kaybeden olmadan bir oyun kurgulanabilir mi? İşte kafamda bu sorularla ayrılıyorum bu toz pembe dünyadan.
Bu özel bienal turunu sevgili arkadaşlarım Casi Paped el yapımı porselen markasının kurucusu ve tasarımcısı Şebnem Celepoğlu Dindar ve sosyal medyada @dijitaldenge profilinde ürettiği içeriklerle dijital dengeyi sağlamanın önemine dikkat çeken Tuğba Şengül’le yapıyoruz. Hepimiz keşiflerimizi yapıp ayaküstü düşüncelerimizi paylaşıyoruz. Böylelikle farklı perspektifleri beraberce keşfediyor, düşüncelerimizi sorguluyoruz. Ama şimdi yemek molası zamanı. Bienal turumuza farklı bir yol çizip sahilden Karaköy tarafına doğru yürüyoruz, sonrasında Kemankeş Caddesi’inden yürüyerek başladığımız noktaya geleceğiz. Uzun yıllardır bölgede çalışan arkadaşım Uğur’un tavsiyesiyle Liman Karaköy Balıkçısı’na gidiyoruz, bahçe kısmında oturup hem dinleniyor hem de balıklarımızı yerken Karaköy’ün gerçek doğasını duyarak, görerek ve hatta mis gibi balık kokularıyla beş duyumuzla yaşıyoruz.
Harika bir yemekten sonra turumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Galata Rum Okulu’ndayız. 1885’te inşa edilen ve resmi olarak 1910 yılından 1988 yılına kadar Galata’daki Rum cemaatine eğitim kurumu olarak hizmet veren bina, 2012 yılında bir kültür-sanat mekânı olarak yeniden işlevlendirildi. İstanbul Tasarım Bienali’ne (2012, 2014, 2016), İstanbul Bienali’nin geçmiş edisyonlarından birkaçına (2013, 2015, 2017) ve çeşitli sergilere evsahipliği yapan okul, 2019–2023 arasında geçirdiği kapsamlı restorasyonun ardından bu yıl yeniden bienal mekânları arasına katılıyor.
Buradaki sanatçılar Nolan Oswald Dennis, İpek Duben, Ali Eyal, Simone Fattal, Lou Fauroux, Lungiswa Gqunta, Kongkee, Seta Manoukian, Merve Mepa, Naomi Rincón-Gallardo, Ana Vaz, Akram Zaatari ve Ayman Zedani.
Bu tarihi okulun merdivenlerinden çıkarken Tuğba Şengül’le bu okulda yıllar önce okumuş olmanın nasıl bir his olabileceğini düşünüyor, konuşuyoruz. Yüksek tavanları ve mermer sütunlarıyla o kadar ihtişamlı ki bu merdivenlerden kimlerin çıktığını, koridorlarında ne aşkların başladığını hayal ediyoruz… Ve bu sırada büyük bir salonda bizi Lungiswa Gqunta’nın Kaybolanı Bir Araya Getir (2024-2025) eseri karşılıyor, çarpıcı tonuyla bizi romantizmden çıkarıp kendimize getiriyor.
Kaybolanı Bir Araya Getir (2024-2025) akla süreksizliği ve çöküşü getiren labirentimsi, postorganik engebelerden oluşuyor. Ahşap, vitray, kokulu altın otu (mpepho) ve Gqunta’nın imzası niteliğindeki dikenli tellerden oluşan yerleştirmenin ilham kaynağı, sömürgecilik karşıtı radikal düşünür Amílcar Cabral. Pan-Afrika özgürleşme mücadelesini toprakla yeniden bağ kurmak üzerinden savunan tarımbilimci, mühendis ve siyasi lider Cabral’a göre toprak yalnızca bir arazi parçası değil, devrimci sürecin etkin bir unsuru; direnişin ve yenilenmenin yaşayan zemini.
Gqunta burada istismar ve şiddet döngülerinden yara almış manzaraları görünür kılıyor; heykellerinde kullandığı cam gibi kırılgan bileşenler ise geçmişten bugüne uzanan travmaların yansıdığı, belirginleştiği ve belki de onarıldığı bir mercek işlevi görüyor.
Cam kırıklarının rastgele muhteşem yerleştirmesi aslında travmayı ne kadar nokta atışı anlatıyor. Çoğu zaman kaçtığımız travmaların hiç beklediğimiz anda adeta bir cam çiziği gibi içimizi sızlatması değil de nedir bu? Sanatçının iyileştiren mercek yansıması her şeye rağmen iyimser bakış açısını vurguluyor. Biz de hayata bu yönden bakalım; aynı çiziği yapan cam kırığı belki de iyileşmenin de formülünü sunacaktır…
Bienal’in takip ettiğimiz rotasının tamamını ve hissettirdiklerini buraya sığdırmam mümkün olmasa da diğer adresleri gitmek isteyenler için paylaşayım.
Eski Fransız Yetimhanesi Bahçesi
Eski Fransız Yetimhanesi Bahçesi 1869 yılında Sultan Abdülaziz tarafından Aziz Vincent de Paul’ün Yardımsever Kızları Cemiyeti’ne yetimhane olarak kullanılması şartıyla tahsis edilmiş ve 1937 yılına kadar yetimhane ve ilkokul olarak hizmet vermiş. Artık kullanılmayan binanın bahçesi günümüzde “Tophane Mekân” adıyla kamuya açılmış bir sosyal tesis olarak işlev görüyor. Bahçe 18. İstanbul Bienali kapsamında sanatçı Khalil Rabah’ın yerleştirmesine evsahipliği yapıyor
Sanatçı: Khalil Raba
Meclis-i Mebusan 35
1983 yılında inşa edilen Meclis-i Mebusan Caddesi’ndeki 35 numaralı binanın zemin katı da bu yıl bienal mekânı olarak kullanılıyor. Bina, 2013 ile 2019 yılları arasında şehirlerin geleceğini tasarlamaya yönelik küresel bir kent laboratuvarları ağı olan Studio-X’in İstanbul ayağına evsahipliği yaptı. 2016 ve 2018 yıllarında İstanbul Tasarım Bienali’nin mekânları arasında yer alan bina, bienal kapsamında yeniden canlandırılıyor.
Sanatçılar: Eva Fàbregas, Pilar Quinteros, VASKOS (Vassilis Noulas & Kostas Tzimoulis)
Külah Fabrikası
Bir zamanlar dondurma külahı imalatı yapılan iki katlı, yüksek tavanlı bina; zanaatçı pazarları, sergiler ve konserler gibi çeşitli kültürel etkinliklere ev sahipliği yapan, dönüşüm geçirmiş bir sanat ve etkileşim alanı olarak 18. İstanbul Bienali’nde yer alıyor.
Sanatçılar: Doruntina Kastrati, Claudia Pagès Rabal
Galeri 77
Karaköy’de yer alan ve eskiden bir depo olarak hizmet veren bu dört katlı binanın tamamı 18. İstanbul Bienali’nde sergi alanı olarak kullanılıyor.
Sanatçılar: Haig Aivazian, Ola Hassanain, Mona Marzouk, Dilek Winchester
Muradiye Han
Tamamlandığı 1914 yılından itibaren Karaköy ticaret hayatında önemli bir yer tutan bina, İstanbul’un işgali sırasında Fransız askeri güçleri tarafından kullanılmış ve Muradiye Karakolu olarak anılmaya başlamış. 2021 yılında restorasyon gören binanın zemin katında bienal kapsamında bir yerleştirme sergileniyor.
Sanatçı: Ana Alenso
Seta Manoukian, Merve Mepa, Naomi Rincón-Gallardo, Ana Vaz, Akram Zaatari, Ayman Zedani
Elhamra Han
İstiklal Caddesi’nde 1827 yılında şehrin ilk tiyatro salonlarından biri olarak inşa edilen Elhamra Han’ın ikinci katında bulunan iki daire 18. İstanbul Bienali kapsamında ilk kez sergi mekânı olarak kullanılıyor.
Sanatçılar: Mona Benyamin, Şafak Şule Kemancı, Jagdeep Raina, Riar Rizaldi, Lara Saab, Natasha Tontey, Sevil Tunaboylu
18. İstanbul Bienali, hem eserler hem de videolarla o kadar zengin içeriğe sahip ki bir gün kesinlikle yetmez. Mümkünse hafta içi sabahtan itibaren birkaç gün ayrılabilir, hafta sonları sıra beklemek gerekebiliyor.
Turumuz sonrası Karaköy’de turist gibi hissediyoruz, mağazaları gezip hediyelik alışverişi yapıyoruz. Bazen yaşadığımız şehirde turist olmamız lazım bunu unutuyoruz! Ve şimdi sırada Tuğba’nın doğum günü kutlaması var. Bu özel sanat günümüze tarihi Fransız Geçidi’nde özel bir doğumgünü kutlamasıyla devam ediyoruz.
Bu kahve molası öyle iyi geldi ki ayrılacağız ama her birimizin dönüş yolu en az iki saat veriyor. İstanbul, o kadar güzel bir şehir ki artılarıyla olduğu kadar eksilerini de yaşatıyor aynı gün içinde bize. Yolda oturacağımıza trafiği atlatalım deyip soluğu İstanbul Modern’in teras cafe’sinde alıyoruz. Tam önümüzde koca bir gemi, Galataport’un cilvesi; güzelim manzarayı kapatıyor. Tam içeceklerimizi söyleyip sohbet ederken o da ne? Bir anda geminin düdüğü çalıyor, gülüyoruz ve gemi gidiyor. Gemideki Norveçli misafirler bize el sallıyor, hemen biz de gülerek el sallıyoruz. O sırada İstanbul’dan gidiyor olmanın ne kadar üzücü olabileceğini konuşuyoruz. Onları bu muhteşem şehirden yolcularken 18. İstanbul Bienali’nin hissettirdiklerini düşünüyoruz.